Haziran 2012, Marsilya - Fransa
İşten çıktım, hayatlarının zorluklarıyla kendi hayatımdan
şikâyet ettiğim anlara utandıran ailelerin çocuklarıyla geçen bir gün daha… Yaşadıkları bütün zorluklara rağmen sahip
oldukları yaşam sevinci insana kendi hayatını sorgulatıyor. Bazen öyle zor hikâyeler
dinliyorsunuz ki, fiziksel olarak yorulmasanız da, o insanların hayattan
yorgunluğu sizin de bütün enerjinizi alıyor. Sanırım azınlıkların sosyal hayata
entegrasyonunu amaçlayan bir merkezde çalışmanın en büyük zorluğu bu. İnsan
kendi dertlerini düşünmeyi unutuyor dinledikçe…
Kafamı dağıtmak için yine tek başına bir akşam yemeği yemeğe
“Vallon des Auffes”e geldim. Deniz kenarında, tıpkı bugün gördüğüm hayatlar
kadar naif, yalnız bir yer. Corniche caddesi boyunca sahilde yürürken, eski daracık
bir sokak arasına saklanan tarihi merdivenlerden aşağı inip, 19. y.y. başında
yapılan eski bir kemerin altından geçerek ulaşılan balıkçı mabedi burası.
Merdivenlerin bitiminde şişmanlıktan hareket edemediği için her zaman aynı
yerde uyuyan tombul bir kedi karşılıyor sizi. Sonra rengârenk balıkçı kayıkları
ve tipik babadan oğla geçen, salaş, bohem Akdeniz balık restoranları… Cennet,
bu dünyada olduğuna inanışımdan dolayı, ufak bir bakış açısıyla her zaman
ulaşabileceğim bir yer olmuştur benim için. Her şey derme çatma olmasına rağmen
insanlar mutlu ve gülümsüyor, o yüzden
bugün de yine bir cennetteyim.
Restoranlardan birine oturmuş, son favorim mükemmel bir
Montbazillac’ı yudumlarken manzaraya bakıyorum. Pespembe olmuş güneş Akdeniz’e
doğru batıyor ve Vallon des Auffes, 1974’de Fransa’daki uyuşturucu trafiğini
anlatan efsane film French Connection’da yer aldığından bu yana güzelliğinden hiçbir
şey kaybetmemiş... Denize bakarken dalıyorum bir an, yine o insanlar geliyor
aklıma. Benim cennet dediğim yerde bazen cehennemi yaşayan azınlık aileleri...
Düşünsenize, etrafınızda ne kendi ülkelerine ne de yaşadıkları ülkeye tam
anlamıyla ait olmayan hayatlar. Kültürünüz, diliniz, mutfağınız, çocuklarınıza
aktarmak istediğiniz her şey kısıtlı. Aidiyetiniz yok… Saçma sapan politik
çıkarlar yüzünden kim bilir nelerle karşılaşıp kaçtılar eski hayatlarından.
Bazen kendimi onlar yerine koymaya çalışıp ortak yönlerimizi düşünmeye
çalışıyorum. Bende hep kaçtım aslında ait olduğum yerlerden, her hayal
kırıklığımda ilk işim olduğum yeri terk etmekti. Küçükken annem ve babamdan
azar yediğimde evden kaçıp babaanneme giderdim, büyüdüm, üzüntülerim de büyüdü.
Bu sefer bir adım daha ileri gidip kaçışlarımın durağı Bodrum oldu. Sonra
alışkanlık işte, gün geldi İstanbul’dan da kaçtım. Hep gittim, şimdi ise
gidecek yerlerim bitti, eve dönesim var. Geçmişi düşündükçe anlıyorum bu “ben
kendi ayaklarım üstünde durmaya gidiyorum” tavırlarımın, egomun yükselttiği cesaretimin
özgüvenimden değil, her istediğimde dönecek bir yerim olduğunu bilmemden
kaynaklandığını. Hâlbuki gidecek yeri olmamak diye bir şey de var, yalnız kalıp
uzaktan baktıkça görüyor insan. Hayat kendinize en güvendiğiniz, en güçlü
hissettiğiniz anlarda çıkarıyor bu örnekleri karşınıza. “İstediğim yerde,
istediğim gibi yaşarım ben” felsefenizi sorguluyorsunuz. Ebeveynlerimizin
yıllardır söylediği olgunlaşma süreci buysa eğer, söylediklerinden daha zor
geçiyor iç hesaplaşmalar…
O yüzden size tavsiyem; yaşadığınız şehri, oturduğunuz
semti, sahip olduğunuz evi beğenmeyip çekip gidesiniz geldiği zaman bir bu
anlattığım hayatları düşünün; bir gün eve gitmek istiyorsunuz, ama eviniz
neresi bilmiyorsunuz…
5 yorum:
Basarili!
Tesekkur ederim...
Mükemmeeel!!
Insanlarin hayatlarinda yasadigi gercekleri sadece dinleyerek anlamak herkesin harci degil, bunu dile dokmekse en zoru..seni tebrik ediyorum arkadasimm
senin gideceğin yer bizim hep ulaşabileceğimiz yer olsun..tebrik ederim seni
Yorum Gönder