2 Temmuz 2012 Pazartesi

Vallon des Auffes

Haziran 2012, Marsilya - Fransa
İşten çıktım, hayatlarının zorluklarıyla kendi hayatımdan şikâyet ettiğim anlara utandıran ailelerin çocuklarıyla geçen bir gün daha…  Yaşadıkları bütün zorluklara rağmen sahip oldukları yaşam sevinci insana kendi hayatını sorgulatıyor. Bazen öyle zor hikâyeler dinliyorsunuz ki, fiziksel olarak yorulmasanız da, o insanların hayattan yorgunluğu sizin de bütün enerjinizi alıyor. Sanırım azınlıkların sosyal hayata entegrasyonunu amaçlayan bir merkezde çalışmanın en büyük zorluğu bu. İnsan kendi dertlerini düşünmeyi unutuyor dinledikçe…
Kafamı dağıtmak için yine tek başına bir akşam yemeği yemeğe “Vallon des Auffes”e geldim. Deniz kenarında, tıpkı bugün gördüğüm hayatlar kadar naif, yalnız bir yer. Corniche caddesi boyunca sahilde yürürken, eski daracık bir sokak arasına saklanan tarihi merdivenlerden aşağı inip, 19. y.y. başında yapılan eski bir kemerin altından geçerek ulaşılan balıkçı mabedi burası. Merdivenlerin bitiminde şişmanlıktan hareket edemediği için her zaman aynı yerde uyuyan tombul bir kedi karşılıyor sizi. Sonra rengârenk balıkçı kayıkları ve tipik babadan oğla geçen, salaş, bohem Akdeniz balık restoranları… Cennet, bu dünyada olduğuna inanışımdan dolayı, ufak bir bakış açısıyla her zaman ulaşabileceğim bir yer olmuştur benim için. Her şey derme çatma olmasına rağmen insanlar mutlu ve gülümsüyor,  o yüzden bugün de yine bir cennetteyim.

Restoranlardan birine oturmuş, son favorim mükemmel bir Montbazillac’ı yudumlarken manzaraya bakıyorum. Pespembe olmuş güneş Akdeniz’e doğru batıyor ve Vallon des Auffes, 1974’de Fransa’daki uyuşturucu trafiğini anlatan efsane film French Connection’da yer aldığından bu yana güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş... Denize bakarken dalıyorum bir an, yine o insanlar geliyor aklıma. Benim cennet dediğim yerde bazen cehennemi yaşayan azınlık aileleri... Düşünsenize, etrafınızda ne kendi ülkelerine ne de yaşadıkları ülkeye tam anlamıyla ait olmayan hayatlar. Kültürünüz, diliniz, mutfağınız, çocuklarınıza aktarmak istediğiniz her şey kısıtlı. Aidiyetiniz yok… Saçma sapan politik çıkarlar yüzünden kim bilir nelerle karşılaşıp kaçtılar eski hayatlarından.

Bazen kendimi onlar yerine koymaya çalışıp ortak yönlerimizi düşünmeye çalışıyorum. Bende hep kaçtım aslında ait olduğum yerlerden, her hayal kırıklığımda ilk işim olduğum yeri terk etmekti. Küçükken annem ve babamdan azar yediğimde evden kaçıp babaanneme giderdim, büyüdüm, üzüntülerim de büyüdü. Bu sefer bir adım daha ileri gidip kaçışlarımın durağı Bodrum oldu. Sonra alışkanlık işte, gün geldi İstanbul’dan da kaçtım. Hep gittim, şimdi ise gidecek yerlerim bitti, eve dönesim var. Geçmişi düşündükçe anlıyorum bu “ben kendi ayaklarım üstünde durmaya gidiyorum” tavırlarımın, egomun yükselttiği cesaretimin özgüvenimden değil, her istediğimde dönecek bir yerim olduğunu bilmemden kaynaklandığını. Hâlbuki gidecek yeri olmamak diye bir şey de var, yalnız kalıp uzaktan baktıkça görüyor insan. Hayat kendinize en güvendiğiniz, en güçlü hissettiğiniz anlarda çıkarıyor bu örnekleri karşınıza. “İstediğim yerde, istediğim gibi yaşarım ben” felsefenizi sorguluyorsunuz. Ebeveynlerimizin yıllardır söylediği olgunlaşma süreci buysa eğer, söylediklerinden daha zor geçiyor iç hesaplaşmalar…
O yüzden size tavsiyem; yaşadığınız şehri, oturduğunuz semti, sahip olduğunuz evi beğenmeyip çekip gidesiniz geldiği zaman bir bu anlattığım hayatları düşünün; bir gün eve gitmek istiyorsunuz, ama eviniz neresi bilmiyorsunuz…


5 yorum:

Tugba Demirci dedi ki...

Basarili!

Unknown dedi ki...

Tesekkur ederim...

Adailemaya dedi ki...

Mükemmeeel!!

ilgiince dedi ki...

Insanlarin hayatlarinda yasadigi gercekleri sadece dinleyerek anlamak herkesin harci degil, bunu dile dokmekse en zoru..seni tebrik ediyorum arkadasimm

canan güven dedi ki...

senin gideceğin yer bizim hep ulaşabileceğimiz yer olsun..tebrik ederim seni