23 Ekim 2012 Salı

Yine, yeni, yeniden, baştan başlıyor insan dediğimiz varlık…


Tam böyle göğsünüzün ortasında bir şey oturuyor, o kadar ağır ki, yıllarca doktorlardan dinlediğiniz kalp krizi belirtilerini bütün vücudunuzda hissediyorsunuz… Önce nabzınızı kontrol ediyorsunuz, Her şey normal… Peki ya şekeriniz? O da normal… Sol kolda bir uyuşma? Hayır, hiçbir farklılık yok… Üzgünüm ama bir kriz varsa kalbinizde değil hayatınızın tam ortasında şuan… Ev üstünüze üstünüze gelmeye başlıyor, duvarda duran en sevdiğiniz tablo saçma sapan bir karalama gibi orada duruyor, kokusuna bayıldığınız mumların kokusu midenizi bulandırıyor, köşede duran mutluluk resminizdeki insanların fotoğraftaki gülüşleri alaycı bakıyor o an size. Sokağa atıyorsunuz kendinizi ama vücudunuzun kalbinize dar geldiği gibi sokaklarda dar geliyor size. Yürümeye başlıyorsunuz, boş amaçsız… Her sabah satın almamak için bünyenizle bin bir savaş verdiğiniz, o mükemmel pastaları olan pastahanenin önünden bu sefer vitrini bile görmeden geçiyorsunuz. Bir anda ayaklarınız sizi bilinçaltında size en huzur veren yere getiriyor. Farkına vardığınızda, "buraya nasıl geldim ben" diye düşünürken birden içinizden kendinize acıyor bir yandan da kendinizle başa çıkamayıp en yakın arkadaşınızı arıyorsunuz; “İyi değilim, ne olur gel”. Sonra bütün mutluluklarınızı paylaşan o insan yanınıza geliyor ve “kendinin değerini bil, hiç bir şey senden önemli değil, kimse vazgeçilmez değildir, bu da geçecek” gibi bir şeyler zırvalıyor. Ona “haklısın, iyi ki varsın” derken, içiniz “tamam neyse git yalnız bırak beni” diyor. Çünkü aklınızda o var, herkese ondan bahsetmek istiyor, ama yüzünüz olmadığı için konusunu bile açamıyorsunuz artık. Şehrin kalabalığına bakıp, sizi de içine alıp yok etmesini istiyorsunuz. Sonra kendinizi tekrar o aşık olduğunuz şehrin sokaklarında başıboş yürürken buluyorsunuz. Sırf onla yaşadığınız anlar yüzünden aşık olduğunuz şehre kelepçeliyorsunuz kendinizi. Mazoşist gibi en son beraber yediğiniz restoranın önünde, aynı yerde oturan çifte bakıp, zamanın akışı karşısındaki çaresizliğinize ağlıyorsunuz. Halbuki aylar önce o masada bir birinizin gözlerine bakarak kaldırdığınız şarap kadehinden sonra,  ne kadar mutluydunuz değil mi? Fonda çalan gramofondaki nostaljik 45’lik sadece tarihin güzelliğinden ibaretti sizin için o zamanlar, oysa şimdi her notada midenize giren kramplar yüzünden şarkının sonunu bile getiremiyorsunuz.
Gözyaşlarınız yüzünden artık buğulu gördüğünüz insanlar ona benzemeye başlıyor, her gördüğünüz esmeri o sanıyorsunuz. Etrafta çalan her telefon melodisi sizinkine benziyor, 3 dakikada bir ekrana bakıyorsunuz. Gelmeyecek olan mesaj bile vazgeçirmiyor sizi düşünmekten, hatta sizi daha çok üzeceğini bile bile açıp eski mesajları okuyorsunuz. “Beni çok sevdi o da” diye kendinizi avutuyorsunuz. Size inanmayanlara telefonunuzu gösterip “bak yalan değil o da seviyordu” deyip kırılan gururunuzu geri kazanmak istiyor, aksini iddia eden herkesi düşman ilan ediyorsunuz. Daha derine indikçe gel-gitlerinizi görüp hepten tekrar sevmemeye yemin ediyorsunuz...

Ve sonra...

Hayat işte, yine bütün yeminleri bozup, yine, yeni, yeniden, baştan başlıyor insan dediğimiz varlık : )

2 yorum:

canan güven dedi ki...

Mutlaka bir şeye inanmak lazım, kim yoksa ruhun boşluğunu doldurabilecek? seviyorum seni teyzemmm...

Tugba Demirci dedi ki...

Başlamassak nasıl insan kalabiliriz ki?