Tam
böyle göğsünüzün ortasında bir şey oturuyor, o kadar ağır ki, yıllarca doktorlardan
dinlediğiniz kalp krizi belirtilerini bütün vücudunuzda hissediyorsunuz… Önce nabzınızı
kontrol ediyorsunuz, Her şey normal… Peki ya şekeriniz? O da normal… Sol kolda
bir uyuşma? Hayır, hiçbir farklılık yok… Üzgünüm ama bir kriz varsa kalbinizde
değil hayatınızın tam ortasında şuan… Ev üstünüze üstünüze gelmeye başlıyor,
duvarda duran en sevdiğiniz tablo saçma sapan bir karalama gibi orada duruyor,
kokusuna bayıldığınız mumların kokusu midenizi bulandırıyor, köşede duran
mutluluk resminizdeki insanların fotoğraftaki gülüşleri alaycı bakıyor o an
size. Sokağa atıyorsunuz kendinizi ama vücudunuzun kalbinize dar geldiği gibi
sokaklarda dar geliyor size. Yürümeye başlıyorsunuz, boş amaçsız… Her sabah
satın almamak için bünyenizle bin bir savaş verdiğiniz, o mükemmel pastaları
olan pastahanenin önünden bu sefer vitrini bile görmeden geçiyorsunuz. Bir anda
ayaklarınız sizi bilinçaltında size en huzur veren yere getiriyor. Farkına
vardığınızda, "buraya nasıl geldim ben" diye düşünürken birden içinizden
kendinize acıyor bir yandan da kendinizle başa çıkamayıp en yakın arkadaşınızı
arıyorsunuz; “İyi değilim, ne olur gel”. Sonra bütün mutluluklarınızı paylaşan
o insan yanınıza geliyor ve “kendinin değerini bil, hiç bir şey senden önemli
değil, kimse vazgeçilmez değildir, bu da geçecek” gibi bir şeyler zırvalıyor.
Ona “haklısın, iyi ki varsın” derken, içiniz “tamam neyse git yalnız bırak
beni” diyor. Çünkü aklınızda o var, herkese ondan bahsetmek istiyor, ama
yüzünüz olmadığı için konusunu bile açamıyorsunuz artık. Şehrin kalabalığına
bakıp, sizi de içine alıp yok etmesini istiyorsunuz. Sonra kendinizi tekrar o
aşık olduğunuz şehrin sokaklarında başıboş yürürken buluyorsunuz. Sırf onla
yaşadığınız anlar yüzünden aşık olduğunuz şehre kelepçeliyorsunuz kendinizi. Mazoşist
gibi en son beraber yediğiniz restoranın önünde, aynı yerde oturan çifte bakıp,
zamanın akışı karşısındaki çaresizliğinize ağlıyorsunuz. Halbuki aylar önce o
masada bir birinizin gözlerine bakarak kaldırdığınız şarap kadehinden sonra, ne kadar mutluydunuz değil mi? Fonda çalan gramofondaki
nostaljik 45’lik sadece tarihin güzelliğinden ibaretti sizin için o zamanlar,
oysa şimdi her notada midenize giren kramplar yüzünden şarkının sonunu bile
getiremiyorsunuz.
Gözyaşlarınız yüzünden artık buğulu gördüğünüz insanlar ona
benzemeye başlıyor, her gördüğünüz esmeri o sanıyorsunuz. Etrafta çalan her
telefon melodisi sizinkine benziyor, 3 dakikada bir ekrana bakıyorsunuz.
Gelmeyecek olan mesaj bile vazgeçirmiyor sizi düşünmekten, hatta sizi daha çok
üzeceğini bile bile açıp eski mesajları okuyorsunuz. “Beni çok sevdi o da” diye
kendinizi avutuyorsunuz. Size inanmayanlara telefonunuzu gösterip “bak yalan
değil o da seviyordu” deyip kırılan gururunuzu geri kazanmak istiyor, aksini
iddia eden herkesi düşman ilan ediyorsunuz. Daha derine indikçe gel-gitlerinizi
görüp hepten tekrar sevmemeye yemin ediyorsunuz...
Ve
sonra...
Hayat
işte, yine bütün yeminleri bozup, yine, yeni, yeniden, baştan başlıyor insan dediğimiz
varlık : )
2 yorum:
Mutlaka bir şeye inanmak lazım, kim yoksa ruhun boşluğunu doldurabilecek? seviyorum seni teyzemmm...
Başlamassak nasıl insan kalabiliriz ki?
Yorum Gönder