26 Haziran 2012 Salı

Kendimle bir gün...

23 Ekim 2011, Nimes, Fransa


Nîmes’deyim şuan, Güney Fransa’nın küçük tarihi kasabalarından birinde. Otel lobisinden dışarı çıkarken sadece yukarıda çalan piyanonun boğuk sesini duyuyorum. Otelin dar sokağına çıktığımda dışarıdaki enteresan soğuk yüzüme vuruyor, aldırmadan kasabanın içine doğru yürümeye başlıyorum...  Pazar günü bomboş sokaklar, fırın bile açık değil... Bir tek evlerin ışıkları yanıyor, sokak bile aydınlanmıyor daha. Bana benziyor şehir, herkes renkliliğinden bahsediyor, içinde bir sürü şey barındırdığından, değişik, herkese yakın ama yine içinde uzak, içinde yaşananları ise o şehre ait olmadan bilmek imkansız. 

Kasabayı ikiye bölen derenin kenarına geliyorum, kaldırımlar o kadar sessiz ki, üzerilerindeki kalabalık sadece rengarenk çiçeklerden oluşuyor. Deredeki ördeklerin sayısı bile insanlardan fazla... Derenin kemerlerinin üzerinden aşağıda tablo gibi duran doğaya bakıyorum, öyle bir huzur var ki yine hayatımı düşünmeye dalıyorum ister istemez. Kuşlar geçiyor tam üzerimden birden, geçerken öyle yüksek bir ses çıkarıyorlar ki her şeyi boş verip sadece o anı yaşayıp etrafı izleyesi geliyor insanın. Dere kenarına düzensizce dağılmış küçük, krem rengi tarihi taş evlerin içindeki hayatları düşünüyorum. Küçük, sıradan ama mutlu hayatlar çoğu muhtemelen. O sırada içlerindeki pembe panjurlu bir ev çarpıyor gözüme... 




Pembe panjur, aşkın sembollerinden biridir diye işlemiş bunca yıl zihnimize... Madem aklıma aşk geldi, düşünmeye başlıyorum aşklarımı, aşksızlığımı... Etrafımdaki onca insanla yaşadığım yalnızlığı, yanlış seçimlerimi, kararlarımı, sonuçlarını... Ben mi hatalıyım hep hayat mı yüz vermiyor bana diyorum içimden. Halbuki çok severim kendisiyle dalga geçmeyi… Belki de bu yüzden ters gidiyor benimle, bilmem… Dışarıdan bakıyorum kendime, kaç kişinin özendiği bir hayat yaşıyorum kim bilir diyorum. 25 yıldır nerede olmak istiyorsam orada oldum hep, ne yapmak istiyorsam onu yaptım, elde etmek isteyip elde edemediklerim o kadar az ki. Hayata haksızlık yapmamak lazım, belki aşk meşk olmadı da şans konusunda hep doruklardaydım. Mükemmel bir aile, arkadaşlar, okul, daha bir sürü şey... Mutluluğu aşk değil de başka bir şeyde arasaydım eğer, belki de dünyanın en mutlu insanıydım. Korktuğum her şeyi yenmeyi başardım, sorumluluklarımdan kaçsam da sonuçlarını yasamadan kurtardım paçamı. Ama bugün düşünüyorum da her günümü "yarını yarın düşünürüm" felsefesiyle yasamak doğrumuydu, yaşım ilerledikçe kendimle çelişiyorum artık. Sonra aşklarımı düşünüyorum, bir onlarda böyle yapamadım. Bir aşık olduğumda ileriyi düşünmeden yaşamayı başaramadım. Çok sevdim de, bir vazgeçme zamanım geldiğinde bırakmayı başaramadım... Bir de aldığım ahlarım var, o mükemmel egomu besleyip, kayıp giden kararsızlıklarım... Dalıyorum bir  anda benim için zamanında çabalayan, uğruma yaptığı fedakarlıklarla aslında hak etmediğim hayatları düşünürken. Ne mükemmel insanlar vardı oysa hayatta kalplerini kırdığım.



Bomboş sokağın köşesinde, tarihi binaya bakıp düşünürken, bir damla gözyaşım bile akmıyor, yine ağlayamıyorum... Kilise çanları çalıyor birden, kuşlar uçuşup başka yöne uçmaya başlıyor güneş neredeyse yok olmuşken, irkiliyor insan. Kuşlar enteresan yaratıklar benim için, ne kadar özgür gelseler de bazen salak olduklarını düşünüyorum. Ya da kendime benzetiyorum, nereye isterse gidebilecek kadar özgürlerken, aptal bir alışkanlığı takip ediyorlar, gitmek zorunda oldukları yön belliymiş gibi başka yöne gitme şansları varken bile hep aynı yönü seçiyorlar. Hayatımı sorgularken bir anda kafamı kaldırıp nerede olduğuma bakıyorum, insanoğlu nankör gerçekten. Bende nankörüm. Dünyanın en güzel yerlerinden birinde, geçim sıkıntısı, sağlık sıkıntısı, is güç, çoluk çocuk, kafaya takacak en ufak bile bir derdim yokken oturmuş "mutsuz muyum" diye kendimi sorguluyorum. Yıllardır sorguluyorum, ama bilmiyorum. Her gece başımı yastığa koyduğumda düşünüyorum, ben en çok ailemi ve kendimi seviyorum. Sonra uğrunda üzüldüklerime bakıyorum... Ne kadar kısa ömürler diyorum içimden. Birini görüyorum, izliyorum, alışıyorum, belki seviyorum... Sonra bir anda yok oluyor her şey, kontrol edemiyorum. Belki üzülüyorum ardından, hatta ağlıyorum yokluğuna düşündükçe. Anıları geliyor aklıma, yaşamak isteyip de yaşayamadıklarım. Yine kendimi seviyorum o anda, bir ben önemliyim diyorum, ilginç ama çok sevsem de unutuyorum.  Unutsam da, yine de içiyorum da gidenin ardından. İçtikçe hiç düşünmediklerimi düşünüyorum. Şarap kadehimde akan zaman tünelinde birden her 'yeni aşkta bulduğum kendimi eski defterimdeki, eski bir dostun, eski adresinde kaybediyorum...





3 yorum:

Adailemaya dedi ki...

İncim benim...Mükemmel yazmıssın cok beğendim. Kısa bir yaz tatili yaşadım tasvirlerinle :)


Mükemmel!!

Adsız dedi ki...

Cok guzel tebrikler
xx
Leyla Yegen

weytt dedi ki...

Ortak bir tanıdığımız bahsetti sitenizden; inceledim hemen. Ben de yeni başladım sayılır ve "geziler mi detaylar mı" konseptinde yazmaya çalışıyorum. Özellikle Nice ilgimi çekti. Takip edebilmek dileğiyle... İyi günler...

www.gezidetay.com